Öğrenci hareketinin olduğu kadar işçi hareketinin de düzene karşı tepkilerini dile getirdiği birçok eyleme kucak açan Beyazıt Meydanı, 16 Mart 1978’de kanlı bir katliama sahne oldu. Bunu önceleyen süreçte burjuvazi, düzenlediği tüm saldırılara karşın sınıf mücadelesinin keskinleşmesinin ve işçi hareketindeki ve devrimci gençlik hareketindeki yükselişin önüne geçememişti.
1960 darbesini takip eden süreçte, toplumsal ve siyasal yaşamda sıçramalı değişimler yaşanmıştı. Sendikal ve siyasal örgütlülük düzeyi yükselmiş, kitleselleşen işçi ve devrimci gençlik hareketi aynı zamanda militanlaşmaya da başlamıştı. 15-16 Haziran direnişinden sonra tehlikenin boyutlarını daha iyi kavrayan egemenler, 1971’de orduyu yönetime çağırdı. 1974’e kadar yarı-askeri bir rejim altında, solun işçi ve gençlik hareketi üzerindeki etkisini ortadan kaldırmak için yoğun çaba sarf edilmişti. Askeri diktatörlük rejiminin sona ermesi ve yapılan seçimlerle CHP’nin sol bir görünümle iktidar koltuğuna oturmasıyla yeni bir dönem de açılıyordu. Sol hareket, üç yıllık diktatörlük döneminden, 3 gençlik liderini idam sehpasında kaybetmesinin yanı sıra onlarca parçaya bölünmüş biçimde çıkmıştı. Fakat buna rağmen kısa sürede yeniden ayağa kalkmış, 1960-70 dönemindekiyle kıyaslanamayacak kadar büyük bir kitleselliğe ulaşmayı başarmıştı.
1977 1 Mayısına gelinceye kadar, ülkenin her yerinde grevler yaşanıyordu. Yeniden yükselişe geçen toplumsal muhalefetin dinamiklerinden olan devrimci gençler, aylarca işçilerle birlikte grev çadırlarında nöbet tuttular.
Yükselen devrimci mücadelenin önünü kesmek derdine düşen egemen güçler, kitlesel geçeceğini tahmin ettikleri 1977 1 Mayısında, 39 işçinin kurşunlanarak veya polis panzerleri altında kalarak can vermesine yol açacak CIA-kontrgerilla provokasyonlarını hayata geçirdiler.
Bu tarihten sonra kitleleri sindirmek, iyice pasifize etmek isteyen burjuvazi, sosyal demokrat postu altına soktuğu CHP’yi anti-komünist atakları ile sahneye sürmüş, faşist MHP’nin öncülüğünde örgütlenen paramiliter silahlı güçleri, işçi önderlerinin ve devrimci gençlik hareketinin üzerine salmaya başlamıştı.
Egemenler tarafından 1978 başlarına kadar yedekte tutulmaya çalışılan ve Milliyetçi Cephede umduğunu bulamayan faşist MHP, bu tarihten itibaren, bizzat devletin kontrolü altında, iç savaş stratejisini uygulamaya soktu. Bu politikayla solun karşısında sağda geniş bir taban yaratmaya çalışarak siyasal-toplumsal gerilimi sürekli tırmandırmayı hedefledi.
Öğrenci gençlik hareketini teslim almak hedefiyle okullara yönelen faşistler, İstanbul Üniversitesinde “Merasim Birliği” adı verilen polis birliğinin doğrudan desteğiyle öğrencilere saldırıyorlardı. Öğrencilerin girişini engelleyerek, üst araması yapıyorlar, okula toplu halde girip çıkan öğrencilerin üzerine, polisin temin ettiği ya da edilmesine göz yumduğu silahlarla saldırıyorlardı.
Tüm bu saldırılar karşısında sessiz kalmayan devrimci öğrenciler, saldırılara saldırıyla yanıt vererek faşistleri püskürtmeye çalışıyorlardı. İstanbul Üniversitesindeki faşist ablukayı ortadan kaldırmak üzere harekete geçen devrimci öğrenciler 16 Martta Süleymaniye’de toplanarak Merkez Binaya doğru yürüyüşe geçtiler. Diğer fakültelerde okuyan devrimci öğrenciler de Eczacılık Fakültesinin önüne kadar arkadaşlarına eşlik ettiler.
Devletin polis üzerinden sunduğu desteğe ve üniversite yönetiminin işlerini kolaylaştıran uygulamalarına rağmen burada daha fazla tutunamayacaklarını anlayan faşistler, bir saldırı hazırlığına girişmişlerdi. Faşistler önceki günlerden farklı olarak derslerden erken çıkmak gibi dikkat çeken davranışlarda bulunmuyorlardı. Öğle tatili başladığında Süleymaniye’ye gitmek üzere okuldan çıkışa doğru yönelen devrimci öğrenciler, polisin Süleymaniye’ye açılan çıkışı kullanmalarına izin vermemesi üzerine meydana açılan kapıya doğru yöneldiler. Bu kapıdan çıkmakta olan öğrencilerin üzerine “Beyazıt Meydanı komünistlere mezar olacak” sloganlarıyla kurşun yağmaya başladı ve çok güçlü bir bomba öğrencilerin üzerine atıldı. Bu saldırıda Hukuk ve İktisat Fakültelerinde okuyan 7 devrimci öğrenci[1] yaşamını yitirirken 50’den fazlası yaralandı. Beyazıt Meydanı kan gölüne döndü.
Katliamdan hemen sonra 2000 civarında öğrenci İşletme Fakültesinin önünde toplanarak Merkez Binayı ele geçirmek üzere harekete geçti. Bina işgal edildi, buradaki polisler kovulup tüm kapıların denetimi sağlandı ve gelen öğrenciler içeri alındı. Toplanma gece boyunca da devam etti. Gece yarısından sonra binaların iyice dolmasıyla bahçede toplanan öğrenciler yaktıkları ateşlerle ısınmaya çalıştılar. Bir gün sonra yapılması planlanan yürüyüş için, gece boyunca pankartlar hazırlandı, katliamda ölen öğrencilerin resimleri çizildi. Amfilerde yapılan forumlarda, faşistlerin ülkenin her yanında gerçekleştirdikleri katliamlar anlatıldı ve faşizme karşı mücadelenin vazgeçilmezliği üzerine konuşmalar yapıldı.
Ertesi gün tüm gençlik örgütlerinin yanı sıra, sendikalar, barolar, meslek odaları ve derneklerinin katıldığı büyük bir cenaze töreni düzenlendi. Cenaze töreninin ardından kitle, ellerinde pankartlar ve saldırıda yaşamlarını yitiren devrimci öğrencilerin resimlerini taşıyarak, marşlar ve sloganlar eşliğinde Sirkeci’ye doğru yürüdü. Burada yapılan konuşmalardan sonra dağılındı ve Merkez Binadaki işgal de bitirildi.
20 Martta DİSK’in ülke çapında düzenlediği “faşizme ihtar eylemi” bütün sol grupların katılımıyla gerçekleştirilerek 16 Mart katliamı lanetlendi. İşçiler, kamu emekçileri, eğitim emekçileri, sağlık emekçileri, teknik elemanlar ve öğrenciler iş bırakarak, derslerini boykot ederek, grevler düzenleyerek yaşamı bütünüyle felç eden eylemler yaptılar.
Katliam sonrasında belgelenen gerçekler devletin gerçek işlevini bir kez daha gözler önüne serdi. Bunların ilki, katliamda kullanılan bombanın, 16 Şubat 1978’de yakalanan ve kontrgerilla içindeki bir emekli yüzbaşı olan Mehmet Ali Çeviker’in depolarındaki Amerikan modeli TNT kalıplarından yapılmış olmasıydı. Bu kontrgerilla yüzbaşının MHP’li olduğu ve faşist hareketin kurmaylarıyla ilişki içinde olduğu, Ağustos 1978’de ülkücü Ali Yurtaslan’ın itiraflarıyla ortaya çıkacaktı.
İkinci olarak, katliam sırasında polis timinin başında olan ve öğrencileri meydan çıkışına yönlendirerek katliama zemin hazırlayan Reşat Altay’ın, katliamı gerçekleştiren faşistlerin peşinden koşan polislere “dur” emri verdiği anlaşıldı. Kendisi daha sonra, bu katliamda üstlendiği rolün ödülünü, önce İstanbul TMŞ Müdürlüğüne, sonra Niğde Emniyet Müdürlüğüne getirilerek almıştır.
Üçüncü olarak, katliamı gerçekleştirenlerden biri olan, ancak ülküdaşları tarafından konuşmasından korkularak öldürülen Zülküf İsot’un ablası Remziye Aykol bir açıklama yaptı. Aykol’un, katliamı gerçekleştirenlerin kardeşi ile birlikte Latif Aktı, Sıddık Polat ve polis Mustafa Doğan olduğunu, katliam emrini verenin ise Alparslan Türkeş olduğunu açıklamasına rağmen Türkeş’e herhangi bir dava açılmadı. Mustafa Doğan da bulunamaması nedeniyle (!) sanık sandalyesine hiç oturmadı. Mahkeme Doğan’ın bulunması için defalarca Emniyet Müdürlüğüne yazı yazdığı halde, Reşat Altay imzalı cevapta Doğan’ın Mart 1978’de uğradığı disiplin soruşturması nedeniyle istifa ettiği bildirildi. Mayıs 1997’de ise Mustafa Doğan’ın arama emrinin dahi bulunmadığı ortaya çıkacaktı.
Dördüncü olarak da, Pol-Der yetkililerinin katliamı daha önce polise ihbar ettikleri İçişleri Bakanlığınca da doğrulandığı halde, bu ihbarın gereğinin yapılmadığı ortaya çıktı. Ayrıca birçok eylemin yanı sıra bu katliamdan sorumlu olarak aranan İstanbul Ülkü Ocakları Derneği yöneticileri Mehmet Gül (kendisi ANASOL hükümeti döneminde MHP İstanbul milletvekilliği yapmıştır ve kamuoyunun yakından tanıdığı bir simadır!) ve Mustafa Verkaya aylarca yakalanmadılar. Bulunduklarında ise bir-iki yüzleştirmenin ardından tutuklanmayarak birkaç gün içinde serbest bırakıldılar. Burjuvazi her zamanki gibi kiralık katillerini ve uşaklarını korudu, ödüllendirdi.
Katliamın üzerinden tam 26 yıl geçti. İşçi sınıfı ve devrimciler, o günlerde faşist saldırılara karşı nasıl yanıt verilmesi gerektiğini katliamın hemen sonrasında ortaya koydukları tepkilerle gösterdiler. Fakat bu tepkiler, burjuvazinin ve onun faşist köpeklerinin düzenlediği kanlı saldırıları durdurmaya yetmedi. Ne yazık ki 16 Mart katliamı sınıf hareketine ve devrimci gençliğe yönelik yapılan ne ilk ne de son saldırı olmuştur. Burjuva egemenliğin tarihi bu türden nice saldırılar ve katliamlarla doludur.
16 Martta Beyazıt’ta ve sonrasında Maraş’ta, Sivas’ta insanları katleden burjuvazi, bugün de devrimcileri F tipi veya D tipi denen hücrelere, mezarlara gömmekten geri durmuyor. Yıllarca Kürt halkına karşı bir imha politikası yürüten, kendi egemenliğine muhalif olarak gördüğü en küçük demokratik talepleri bile ezmeye çalışan burjuvazi, iktidarını kanla ve binlerce insanın cansız bedeni üzerine kurmuştur.
16 Mart katliamının sorumlusu burjuva devlet ve onun örgütlediği faşist çetelerdir. Sınıf mücadelesinin ve devrimci hareketin yükseldiği ve kapitalistleri can derdine düşürdüğü 1960-80 arasındaki dönemde burjuvazi, kendi iktidarını korumak için en acımasız katliamları yapmaktan çekinmemiştir. Buna rağmen işçi sınıfının ve devrimci hareketin bu saldırılara yanıtı yeterli olamamış, sınıf hareketine önderlik etme iddiasındakiler yaklaşan tehlikeye karşı koymakta ve sınıfı mücadeleye hazırlamakta yetersiz kalmışlardır.
Devrimci önderlik eksikliği, toplumsal kurtuluş mücadelesinin “milli demokratik devrim” veya daha “ileri” bir burjuva demokrasisi hedefi tarafından gölgelenmesi, küçük-burjuva devrimcilerin uzun süre işçi sınıfını görmezden gelmesi, bazılarının devrimin dinamiğini “ilericilik” payesi vererek orduda araması: tüm bunlar ayağa kalkan işçi sınıfının bir karşı-devrimle bozguna uğratılmasıyla son bulmuştur.
Burjuvazi 1977 1 Mayısıyla başlattığı karşı saldırıyı 16 Mart katliamı ile devam ettirmiş ve nihayet 12 Eylül darbesiyle de son noktayı koymuştur. Sonuçta doruk noktasına ulaşmış olan toplumsal muhalefet dalgası çok daha hızlı bir biçimde geri çekilmiş ve 1980 öncesi devrimci işçi ve öğrenci kuşağı yerini büyük bölümüyle toplumsal sorunlara duyarsız, mücadeleye sırtını dönen ve tarih bilincinden yoksun bir genç kuşağa bırakmıştır.
Bugün gelinen süreçte burjuvazi, 1980 öncesinde yaşanan toplumsal mücadelelerin, işçi sınıfının ve gençliğin hafızasına kazınmasını engelleyebilmek için bu dönemi “kardeşin kardeşi vurduğu”, “sağ-sol çatışmaları”yla geçen ve “bir gurup anarşistin” yarattığı bir süreç olarak lanse etmeye çalışıyor. Böylece iki kuşak arasındaki bağın kopmasını ve tarihsel hafızanın yok edilmesini sağlayarak, yaptıklarının üzerini örtmeye ve unutturmaya uğraşıyor.
Gerçekten de o dönemle yaşadığımız dönem arasındaki bağların kopukluğu bir tek şekilde açıklanabilir: işçi sınıfının devrimci önderlik eksikliği. Faşizme ve her türlü gericiliğe karşı mücadelede, emperyalist savaşlara karşı sınıf savaşlarının yükseltilmesinde, kapitalizmin ortadan kaldırılıp insanlığın özgürleşmesinin önündeki tüm engellerin yıkılması ve komünist bir dünyanın yaratılması mücadelesinde kitlelere önderlik edecek komünist-devrimci bir önderliğin yaratılması bugün her zamankinden daha fazla aciliyet taşıyor. Bu yüzden kapitalizmin dünya çapında emekçilerin kanı ve alınteri üzerine kurulu iktidarını ayakta tutmak için harcadığı muazzam çabayı da hesaba katarak, sınıf hareketi içerisinde kararlı ve inatçı bir mücadele yürütmek gerek. Aksi takdirde ne kapitalizm denen ücretli kölelik düzeninin ne de onun kanlı saldırılarının önünü kesmek mümkün olacaktır.
HER ŞEYİ ÖĞREN, HİÇBİR ŞEYİ UNUTMA!
16 Mart 2004